20 Mayıs 2008 Salı

İki Kurbağa

İki Kurbağa

Biri beyaz, diğeri siyah renkteki kurbağanın huy ve mizacı tıpkı renkleri gibi zıtmış. Ak kurbağa ne kadar iyimserse Karakurbağa o kadar kötümsermiş. Ak kurbağa bir şeye “ak” mı dedi; o hemen atılıp “kara” dermiş. Her şeyin olumsuz tarafını görmeye o kadar alışmış ki, gördüğü her şeyi eleştirmeyi neredeyse meslek haline getirmiş. Yağmur yağsa, Karakurbağa:

“Offff! Olacak şey mi şimdi bu?” diye şikayete başlarmış. “Yağmurda ne derenin tadı olur, ne de ortalıkta avlayacak sinek bulunur. Nefret ediyorum yağmurdan!”

Arkadaşının aksine her şeyin güzel tarafını görmeyi seven Akkurbağa cevap vermeden edemezmiş:

“Haksızlık etme lütfen! Sırf senin keyfin bozuldu diye güzelim yağmura niye düşman oluyorsun ki? Hem söylesene, yağmur yağmasa bizim evimiz-yurdumuz olan dereler, sazlıklar, bataklıklar kalır mı ortada?”

Elbette o, bu sözlerini tamamlayamadan Karakurbağa atılırmış:

“Tamam tamam, bay çok bilmiş kurbağa! Biliyor musun, sen tam da insanların sözünü ettiği şu Polyanna’ya benziyorsun. Mutluluk rolü oynayacağım diye saçma sapan sözler ediyorsun. Hani, uçurumdan aşağı düşsen, ‘bak ne güzel uçuyorum’ diyeceksin neredeyse. Azıcık gerçekçi olsana canım!”

Akkurbağa genelde bu tür tartışmaları uzatmak istemez ve şöyle dermiş:

“Gerçeği görmek için asıl kendi kötümser bakışını terk etmelisin.”

İşte böyle iki zıt kutupmuş bu iki kurbağa…

Günlerden birgün canları sıkılınca derenin yakınındaki köye doğru gitmeye karar vermişler. Akkurbağa:

“İstersen fazla yaklaşmayalım, biliyorsun yaramaz çocuklar bizi görürse canımızı acıtabilirler” dediyse de, Karakurbağa ısrar etmiş:

“Akşamın bu karanlığında çocuklar bizi nereden görecek Allah aşkına! Şu en yakındaki evin oraya kadar gidelim, sonra geri döneriz. Korkaklığı bırak şimdi.”

Akkurbağa, korkaklıkla suçlanmaktan çekindiğinden, çaresiz kabul etmiş. Köye girmişler ve evin yanına gelmişler. Akkurbağa sıkıntılı bir vıraklama ile “Hadi, artık dönelim, içimde kötü duygular var!” demiş demesine, ama Karakurbağa heyecanla atılmış:

“Gel bir oyun oynayıp öyle dönelim. Şuradaki yüksek kovayı görüyor musun? İkimiz aynı anda üstünden zıplayacağız. Bakalım yarışmayı kim kazanacak?”

“Akşamın bu vaktinde bırak böyle çocuklukları lütfen!” diye itiraz edecek olmuş Akkurbağa, ancak yaramaz arkadaşı bir türlü fikrinden vazgeçmemiş. Hatta “Dediğimi yapmazsan, seninle artık arkadaş olmam!” diye tehdit bile savurmuş. Bunca yıllık arkadaşını kaybetmek istemeyen Akkurbağa bu teklifi de istemeye istemeye kabul etmiş.

İki kurbağa hızla koşup zıplamışlar. Ama ne olduysa o zaman olmuş ve tam kova dedikleri şeyin üzerinde çarpışıp içine düşmüşler! Acı gerçeği o zaman anlamışlar: üzerinden atlamaya çalıştıkları o şey, yarısına kadar dolu kocaman bir süt güğümü değil miymiş meğer!
Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Güğümün kenarları zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş. Karakurbağa ümitsizlik içinde haykırmış:

“Mahvolduk! Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu güğümün içinde ölüp gideceğiz.”

“O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş Akkurbağa. “Çıkmadık candan ümit kesilmez. Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de.”
Karakurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş:

“Benim kurbağa Polyannam! Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç.”

“Ben hayal filan görmüyorum. Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde. Kendini koyuverme sakın!”

Ne yazık ki, Karakurbağa’nın ümitsizliği her geçen dakika bütün kalbini daha çok kaplamış ve ümitsizliği arttıkça bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış. Ve en sonunda:

“Bacaklarımda derman kalmamış. Hakkını helal et kardeşim!” deyip sütte yüzmekten vazgeçmiş. Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş…

Akkurbağa arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş. Sürekli şu şekilde yalvarmış Allah’a:

“Darda kalanların sesini ancak Sen duyar, onların imdadına ancak Sen koşarsın! Senin rahmet ve şefkatin süt güğümüne düşmüş zavallı bir kurbağaya da yetişir elbet! Kurtar beni Allahım!”

Akkurbağa bu şekilde yalvarırken, bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış. Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden… çırpınmış, çırpınmış… Bu hal dakikalarca devam etmiş. Bir ara arka tarafından ayağına birşey çarpmış. Dönüp baktığında bunun irice bir tereyağı topağı olduğunu görmüş. Oraya nereden geldiğini düşününce, bu tereyağının farkında olmadan kendi çırpınışlarıyla meydana geldiğini anlamış. Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş!

Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış. Bu defa niçin yaptığını bilerek bacaklarını yine çırpıp durmuş. Bir saat kadar sonra tere yağ topağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi güğümün dışına atlamış ve ilk sözü şu olmuş:

“Rahmetinden ümidimi kestirmediğin ve imdadıma yetiştiğin için Sana şükürler olsun Allah’ım!”
alıntı

Sihirli Söz

Sihirli Söz

Bir gün, küçük tay su içerken ayağı takılarak göle düşmüş. Yüzme bilmeyen küçük tay, bir dal parçasına tutunmuş. Eğer çırpınırsa sürükleneceğinden korkarak, etrafına seslenmeye başlamış:
“İmdat! Yardım edecek kimse yok mu?”
Sesi duyan tavşan, koşarak gelmiş. Küçük tayın zor durumda olduğunu görünce, ona yardım etmek istemiş. Ama yüzme bilmediğinden, göle girmeye korkmuş.
“Göle eğilip tüm gücümle seni karaya çekeceğim. Biraz uğraşırsam başarırım sanırım” demiş.
Tavşanın yardım edecek olması tayı çok mutlu etmiş. Tavşan uğraşmış ama başaramamış. Sesleri duyan alabalık gelerek, onlara yardım etmek istemiş. Ama karaya, tavşanın yanına çıkmaya çekinmiş. Çünkü ancak suda yaşayabiliyormuş:
“Ben de sana gölden destek vereyim. Böylece başarabiliriz” demiş.
Tavşan ve alabalığın uğraşmaları yine de bir sonuç vermemiş.
“Ben kuğuyu çağıracağım” demiş alabalık. “O çok güçlüdür.”
“Çağırırsan gelir mi?” diye sormuş küçük tay.
“O çok yardımseverdir. Mutlaka gelir” diyerek göle dalmış ve gözden kaybolmuş.
Çok geçmeden yanında kuğu ile dönmüş. Gerçekten de kuğu tavşana ve alabalığa göre büyük ve güçlü görünüyormuş. O da tayın sağ tarafına geçmiş ve tayı karaya çıkarmak için bir süre uğraşmışlar beraberce. Ama çabaları yine de sonuç vermemiş.
Bu sırada uçmakta olan güvercin ne yaptıklarını merak edip bir süre onları izlemiş:
“Arkadaşlar ne yapmaya çalışıyorsunuz?”
Zaten çok yorulmuş olan tavşan, alabalık ve kuğu bu soruya sinirlenmişler. Tay ise artık umudunu iyice kaybetmiş bir şekilde, güvercine cevap vermiş:
“Su içerken ayağım takıldı, göle düştüm. Kuğu, tavşan ve alabalık da beni kurtarmaya çalışıyorlar.”
“Ama böyle kurtaramazlar ki seni” demiş güvercin.
“Çok bilmiş seni. Ya nasıl kurtaracağız?” diye söylenmiş tavşan.
“Benim yardımımla” demiş güvercin.
“O nasıl olacak, sen de bizimle beraber itecek misin?” diye alaylı bir şekilde sormuş kuğu.
“Hayır. Sadece çok önemli bir sözcük söyleyeceğim.”
“Önemli bir sözcük mü?”
“Galiba büyülü bir söz biliyor güvercin” demiş tavşan küçümser bir ifadeyle.
“Evet belki de büyülüdür söyleyeceğim sözcük. Siz aranızda uyum olmadığı için boşuna uğraşıyorsunuz. Alabalık tayı denize çekiyor. Kuğu yukarı doğru itiyor. Tavşansa karaya çekiyor. Yani üçünüz de farklı bir yöne doğru gücünüzü harcıyorsunuz. Tabi bu yüzden de bir sonuç alamıyorsunuz. Gücünüzü aynı yöne yöneltirseniz, küçük tay kurtulur.”
Güvercin bunları söyledikten sonra “hoşçakalın” diyerek uzaklaşmış oradan.
Küçük tay gölden çıkarken dördü birden güvercinin ardından “güle güle” diye seslenmişler.
O sırada kendisini aramaya çıkan annesini fark eden küçük tay, ona doğru koşmuş ve olanları anlatmış.
Annesi yavrusunun arkadaşlarına teşekkür etmiş ve:
“Güvercinin kastettiği sözcük galiba ‘uyum’du” demiş.
Tavşan tek başına küçük tayı kurtaramadığına biraz üzülmüş, ama birlikte başarmanın tadını da aldığı için:
“Sadece uyum değil büyülü sözcük. Dostluk ve uyum” diye eklemiş.
alıntı

Maviş


Maviş

Geceleyin herkesin uykuya daldığı bir sırada Beyza bir tıkırtı duydu. Önce pencereden baktı, orada birşey yoktu. Sonra gözünü odanın kapısına çevirdi aynı sesi yine işitti.

- Tık tık!

Hemen yatağından kalktı. Kapıya yöneldi. Bir yandan da korkuyordu.

- Kim o? dedi ses yok. Tekrar ;

-Kim o?

-…..

Yine ses gelmeyince bir cesaretle kapı koluna uzandı, yavaşça indirdi ve kapıyı birazcık araladı. Baktı, kimse yoktu.”Neyse canım “deyip yatağına yattı. Gözlerini kapadı, işte tam o sırada yine aynı ses. İçinden, bu sefer kapıyı sonuna kadar açacağım ne olursa olsun, diye geçirdi.

Kapıyı açtı bir de ne görsün: minicik bir kedi. “Nerden girmiş olabilir ki, biz apartmanın üçüncü katındayız” dedi kendi kendine. Birden aklına geldi ve “Buldum, mutfak camından girmiştir. Orada apartman boşluğu var.”dedi.

-Ayy! Ne tatlı şeysin sen öyle. Şirin kedi, güzel kedi, maviş kedi.

Kedi beyazdı gözleri de mavi. Kedi Beyza’nın bu güzel sözlerine teşekkür etmek istercesine Beyza’nın yanına sokuldu.

-Miyavv, miyavv!

-Gecenin bu vaktinde sen ne yapıyorsun bakalım burda?

-Miyavv!

-Karnın mı acıktı? Gel , mutfakta sana yarar bir şeyler var mı? Ama sessiz ol.Kimseyi uyandırmak istemiyorum. Benim annem ve babam çalışıyor. Bu nedenle sabah erken kalkacaklar.

Birlikte mutfağa gittiler. Beyza buzdolabına yöneldi.

-Hımm! Bakalım sütümüz kalmış mı? Aaaa! Evet kalmış.Çok şanslısın Maviş. Dur biraz ısıtalım.

-Miyavv, miyavv!

-Hişş! Sessiz ol.Uyandıracaksın herkesi.

Beyza sütü ısıttı.”Al bakalım, güzel güzel sütünü iç, ama yere dökme, annem kızar” dedi. Kedi sütünü hızlı hızlı ve yalayarak içmeye başladı.

“Zavallı kedicik ne kadar da acıkmış” diye düşündü Beyza.

Sütünü içen kedi biraz hareketlendi, mutfakta oradan oraya dolaşmaya başladı. Az kalsın mutfağın karşısındaki yatakodasına girecekti. Beyza kediye şöyle bir baktı. Kedi olduğu yerde kaldı. Beyza:

- Hişşt! Yavaş, odama gidiyoruz yaramazlık yok, dedi.

Odaya geçtiklerinde Beyza’nın aklına süt tabağını yıkamadığı geldi. “Neyse”, dedi sonra “bir şey olmaz, hem nasılsa musluğun altına koydum annem yıkar sabah”.

Beyza kediye: “Hadi uyuyalım artık , sabah olacak” dedi. Ve onu alıp yatağının altındaki mindere koydu.

-Haydi, dedi, uyu şimdi.

Kedi Beyza’ya gözlerini dikmiş bakıyordu. Beyza: “iyi geceler” dedi, uyudu.

Sabah kalktığında kediyi pencerenin kenarına çıkmış dışarı bakarken buldu. Dışarıyı mı özlemişti acaba ? Ama önce kahvaltı yapmalıydı. Annesi işe gitmeden kahvaltıyı hazırlamıştı. Hemen gidip yemeğini yedi, kediye de biraz süt koydu.Yemeklerini yedikten sonra dışarı çıktılar.

Çok güzel bir gündü, kış mevsimi olmasına rağmen güneş varlığını hisettiriyordu. Yolda giderken Merve’ye rastladılar. Beyza:

-Merhaba Merve, nasılsın?

-İyiyim Beyza, sen nasılsın?

-Ben de iyiyim.

-Aaa! O kedi senin mi?

-Evet.

-Ne güzelmiş.

-Teşekkür ederim.

-Görüşmek üzere Beyza.

-Görüşürüz Merve.

Beyza kedisine bir isim koymak istedi. Ya Merve ismini sorsaydı ne diyecekti. Hemen bir isim bulmalıydı.

-Buldum Maviş olsun, hem gözlerin de mavi, dedi kediye dönerek. Duydun mu kedicik, bundan sonra senin adın Maviş.

Merve arkadaşlarıyla bahçede oynuyordu. Arkadaşlarından Aylin üzgün görünüyordu. İstop oynuyorlardı. Herkes topa koşuyordu .Fakat Aylin olduğu yerde kalıyor dalgın dalgın önüne bakıyordu. Merve yanına gidip ;

-Ne oldu Aylin , niye üzgünsün ?, diye sordu.

Aylin:

-Merve biliyor musun, benim küçük kedim kayboldu.

-Nasıl yani?

- Sabah kalktığımda yoktu, her tarafa baktım yok.

-Canım çok üzüldüm. İnşallah bulursun. Nasıl bir kediydi?

-Böyle beyaz renkte, mavi gözleri olan küçük bir kedi.

Hımm! “Bu kedi Beyza’nın kedisine çok benziyor o olmasın” dedi içinden “Aylin ile Beyza’nın evleri birbirine yakın. Ama yok canım sanmam. Öyle olsa benim demezdi herhalde. Bu özelliklerde olan kediyi gördüm mü desem acaba?” diye geçirdi içinden.”Ama yok ” dedi, en iyisi önce Beyza ile konuşmak.

-Arkadaşlar ben bir yere kadar gidip geleceğim , siz oyununuza devam edin.

Merve Beyzalar’a gitti, zili çaldı. Beyza:

-Merve hoşgeldin!

-Hoşbulduk Beyza

-Buyur içeri gir.

-Yok girmeyecğim, arkadaşlarla oyun oynuyorduk da döneceğim. Sana bir şey sormaya geldim.

-Kedi gerçekten senin mi?

-Evet, ne oldu ki?

-Nasıl yani satın mı aldın?

-Yoo!, buldum.

-İşte bulduysan o kedi bir başkasının olabilir.

-Hayır olamaz, o benim.

-Tamam kızma. Ben sadece merak ettim. Sizin iki apartman yanınızda Aylin oturuyor. Kedisini kaybetmiş de tarif etti nasıl bir kedi olduğunu; beyaz, mavi gözlü, küçük.

-Öyle mi? dedi Beyza. “Bu kedi onun kedisi miydi şimdi. Aaaah, olamaz,” diye geçirdi içinden ama söylemedi. Söylerse kediyi vermek zorunda kalacaktı .Hem niye söylesindi ki kediyi gidip almamıştı , o gelmişti. Belli ki memnun değil yerinden, diye düşündü.

-Peki ,dedi Merve, rahatsız ettim , hoşçakal!

-Beyza kapıyı kapattığında sanki içinden bir şey kopmuştu. Üzülmüştü. Acaba yanlış mı yapmıştı? Maviş’ e şöyle bir baktı. Sonra Beyza’nın odasına gittiler. Kedi hemen camın önüne geçti ve dışarı bakmaya başladı. Beyza da yatağına uzanıp düşüncelere daldı.

Acaba kendi kedisi kaybolsa ve bulan kişi de geri getirmese ne yapardı? Çok üzülürdü herhalde, bulan kişinin geri getirmesini isterdi sonra.

Bunları düşünürken gözü Maviş’e kaydı. Özlemiş miydi sahibini peki, “sürekli camdan bakıyor” diye geçirdi.

Beyza düşündü düşündü en sonunda Maviş ‘i sahibine vermeye karar verdi. Hemen Maviş ‘i de alıp Merve’nin yanına gitti. Merve şaşırmıştı.

-Merhaba Beyza!

-Merhaba Merve!

- Ne oldu, hayırdır?

-Merve’ciğim, sana bir şey söyleyeceğim:

-Bu kedi benim değil. Dün gece mutfak camından girmiş. Odamın kapısının önünde buldum. Sanırım yolunu kaybetti. Bu Aylin ‘in kedisi. Hadi kendisine verelim.

Merve çok sevindi. Birlikte Aylinler’e gittiler. Aylin kapıyı açtı, kedisini görünce sevinçten havalara uçtu. Hemen onu kucağına aldı.

-”Nerden buldunuz? Çok teşekkür ederim.”dedi.

Beyza ve Merve Maviş ‘i sahibine teslim etmenin mutluluğuyla eve döndü.
alıntı

Mehtap’ın Kardeşi

Mehtap'ın Kardeşi

Mehtap’ın annesi hamileydi. Doğum yapmasına az kalmıştı. Mehtap heyecanlıydı. Bir kardeşi olacaktı. Acaba insanın kardeşinin olması nasıl birşeydi? Bunu bilmiyordu. Neyse ki yakında öğrenecekti. O sabah anne ve babası hastahaneye gitmek için yola çıktılar. Onu da babaannesine bıraktılar. Mehtap çok değişik duygular içindeydi. Bir kardeşi olacaktı. Herkes soruyordu:

-Kardeşin olunca ne yapacaksın?

Mehtap “Ona ablalık yapacağım” dedi. Böyle dedi demesine da bazı şeyler vardı kafasını kurcalayan. Sanırım paylaşmak gerekecekti birçok şeyi. Hatta paylaşmaya bile başlamıştı. Odası artık iki kişiye ait olacaktı. Yatağı duvar kenarına sıkıştırılmış hemen yanına bir yatak konmuştu. Mehtap annesine :

-Anne benim yatağım kenara sıkıştı. Kardeşimin yatağı ne kadar geniş yer kaplıyor öyle, dedi.

Annesi:

-Kızım sen ablasın, ablalık kolay değildir. Fedakarlık ister, dedi.

Mehtap bir gün babaannesinde kaldı. Sabah kalktığında dedesi “kalk kızım, hazırlan, hastahaneye gideceğiz” dedi. Babaannesini de alıp gittiler.

Mehtap kardeşini çok merak ediyordu. Kendisine benzer miydi acaba? Odaya girdiler. Annesi kucağında minicik bir bebek yatakta yatıyordu. Babası da sandalyede oturuyordu. Mehtap hemen koştu, annesine sarıldı. Bebeğe uzun uzun baktı. Ne kadar küçük elleri vardı. Etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Her taraf çiçeklerle doluydu. Nerden gelmişti o kadar çiçek?

Odanın kapısı vuruldu.

-Girin!

“Merhaba! Hayırlı olsun, maşaallah” diyerek Zafer abi ve eşi girdiler. Ardından amcamlar ve teyzemler…Kapı hiç kapanmadı.

Öğleden sonra toparlanıp eve döndüler. Mehtap odasına geçti, yatağına oturdu. Gözü duvardaki kalp şeklinde yazılmış ‘Mehtapın odası’ yazısına ilişti. Şimdi ne yazacaktı duvarda, Mine ve Mehtap mı?

Herkes Mine ile ilgileniyordu. Mehtap sanki unutulmuştu. Sadece yemek vakitlerinde hatırlanıyordu. Bebeğin maması, bebeğin bezi, bebeğin kıyafetleri…. Bu işten sıkılmıştı. Odasından çıkmıyordu pek. Anneeee! Anneee! diye bağırdı. Babası koşarak geldi.

-Bağırma Mehtap, yanımıza gel, alçak sesle söyle. Mine uyuyor, uyandıracaksın.

-Özür dilerim, dedi Mehtap.

Mine çok tatlı ve sevimli bir bebekti. Çok ağlamıyordu. Birgün annesi mutfakta kek çırpıyordu. Keki kalıba döktüğü sırada ağlama sesi duydu. Koşarak gitti. Bir de ne görsün. Mehtap Mine’yi kucağına almış, hızlıca döndürüyordu.

Annesi:

-Mehtap ne yapıyorsun? O daha bebek. Düşüreceksin, deyip Mine’yi kucakladı. Bayağı kızmıştı.

Mehtap kendisiyle ilgilenen kimse yok diye üzülüyordu. Bir de Mine’yi ne zaman sevmek istese Mine ağlamaya başlıyor, bütün evi başına topluyordu. Keşke o da yeni doğmuş olsaydı. Niye büyümüştü ki?

Böylece günler, aylar geçti. Mine bir yaşına Mehtap da yedi yaşına girmişti. Mehtap bir hafta sonra okula gidecekti. Yine kimse onunla ilgilenmiyordu. ‘Bari şimdi ilgilenin, benim de ihtiyacım var!’ diyordu içinden. Öğlen olmuştu.

Annesi:

-Mehtap bugün seninle okul alışverişi yapacağız, dedi.

Mehtap onunla ilgilendikleri için şaşırmıştı. Hemen hazırlanıp çıktılar. Mine’yi babaannesine bırakmışlardı. Mehtap annesi ile babasının elinden tutmuş, sevinçle yürüyordu.

Birkaç mağazaya bakıp ayakkabı beğendiler, en güzelini aldılar. Sonra önlük, çanta…

Eve geldiklerinde bayağı yorulmuşlardı. Dedesi Mehtapın yanına gelip bir paket uzattı.

-Al bu senin okula başlamanın hediyesi.

Mehtap:

-Çok teşekkür ederim dede. Ne güzel boya kalemleri bunlar.

Sonra babaannesi:

-Bu hırkayı sana ördüm. Soğuk havalarda giyersin. Okulun hayırlı olsun. Aman da aman! Benim torunum büyümüş de okula gidermiş, diye sarıldı. Az sonra zil çaldı. Zafer abi geldi. Mehtap’a dönerek “Mehtap hayırlı olsun, okula başlıyormuşsun. Bak bu sana ufak bir hediye” dedi. Mehtap çok sevinmişti. Teşekkür etti. Hediye bir kalemlikti. Akşam olunca Mehtap annesinin yanına gitti. Ona sarıldı ve:

-Anne! Ben artık hep Mine ile ilgileneceğinizi düşünmüştüm. Beni unuttunuz sanmıştım, dedi.

Annesi:

-Mehtapcığım! Biz seni hiç unutur muyuz? Hep aklımızdasın.

Mehtap:

-Ama anne şimdiye kadar hep Mine ile ilgilendiniz. Ona kıyafet aldınız.

Annesi:

-Canım kızım, kimin ne zaman neye ihtiyacı varsa biz onu karşılamaya çalıştık. Düşün yeni doğan bir bebek mi daha ihtiyaç sahibidir, yoksa altı yaşındaki bir çocuk mu? Bebek daha yeni doğmuş, yemek yiyemez, su içemez, kendi giyinemez. Ama çocuk yemek yiyebilir, kendi giyinebilir. Bebeğe göre pek çok şey yapabilir değil mi?

-Evet anne!

-Babanla benim, hatta babaannenle dedenin Mine ile seni aynı oranda sevdiğimizi, Mine’yi ne kadar düşünüyorsak, seni de o kadar düşündüğümüzü bilmelisin.

Okula başlayacaksın ve senin bize şu anda daha çok ihtiyacın var. İlk defa okula gideceksin. Kalem tutmayı, okumayı yazmayı öğreneceksin. Sen de şu anda Mine de olduğu gibi bunları hiç bilmiyorsun. Bizim senin yanında olmamız lazım ki başarılı olasın değil mi? Benim güzel kızım, dedi.

Mehtap artık anlıyordu. İhtiyacı olmak önemli birşeydi. Yardım etmek gerekliydi.

Annesi:

-Mehtap sen okuyacaksın. Yedinci sınıfa geçeceksin, sonra Mine okula başlayacak. Sen ona yol göstereceksin. Ablalık yapacaksın. İhtiyaçlarını karşılayacaksın.

-Tamam!, dedi Mehtap heyecanla.

Artık bulunduğu halden memnundu. İyi ki büyümüştü.
alıntı

Selim’in Arabası - 1

Selim'in Arabası

Selim günlerdir uyumuyor hep yapmaya çalıştığı arabasını çalıştırıp çalıştırmayacağını düşünüyordu.

Öyle büyük bir arabayı nasıl yapar ki bir çocuk diye düşündünüz değil mi? Haklısınız. Selim daha 12 yaşında bir çocuk. Ama araba da öyle benzinle çalışan trafiğe çıkacak bir araba değil ki.Tahtadan ve Selim’e göre bir araba.

Cihan dışarı çıkmak için hazırlanıyordu. Zil çaldı. Cihan “Selim kapıya bakar mısın? dedi. Biraz sonra kapı yeniden çaldı. Cihan:

-Selim !

Selim dalmıştı. Ne abisini ne de zili duyuyordu. En sonunda Cihan odasından çıkıp merdivenlerden indi. Selim’i salonda masa saatini açmış içine bakarken buldu.

-Selim sen ne yapıyorsun burda? Duymuyor musun deminden beri zil çalıyor? Allah Allah! deyip kapıyı açtı.

-Selamun aleyküm!

-Aleykümselam, hoşgeldin Uğur! Kusura bakma beklettim seni.Yukarda hazırlanıyordum.Buyur içeri geç, dedi.

-Önemli değil Cihan dedi Uğur.

Birlikte içeri geçtiler. Cihan “Selim bak bu benim arkadaşım Uğur” dedi.Selim, hemen masadan kalkıp yanlarına gitti.

-Hoşgeldin Uğur abi, nasılsın?

-İyiyim, sen?

-Ben de iyiyim.

- Ne yapıyorsun bakayım?

-Uğur abisi Selim hiç boş durmaz. Hep birşeylerle meşgul olur. Tamir etmeyi çok sever mesela, dedi Cihan.

-Abi ! lütfen dedi Selim.

-Yalan mı? Uğur:

-Masadaki saat mi?

-Evet Uğur abi.

-Bozulmuş mu?

-Sanırım. İlk önce pilini değiştirdim. Baktım çalışmadı. Ben de içini açtım. Yelkovan ilerlemiyor.

-Sen mi yapacaksın peki?

-Uğraşıyorum.

-Aferim sana. Ne kadar güzel.

Uğur sen onun yaptığı arabayı görsen çok şaşırırsın?

-Gerçekten mi? Araba mı yaptın?

-Yok Uğur abi, daha bitmedi.

-Uğurcuğum benim dedem marangoz. Selim onun atölyesinden bir kaç tahta ve zımpara aldı. Bahçede yapıyor.

-Bakabilir miyim Selim?

-Daha ortada bir şey yok ama olur.

Birlikte bahçeye çıktılar, garaja doğru ilerlediler. Selim arabasının malzemelerini babasının garajına bırakıyordu. Garaja girdiler.Yerde çeşitli uzunluk ve şekillerde tahtalar vardı.Uğur:

-Bunlar mı? dedi.

-Evet onlar.Daha yontuyorum şekil veriyorum. Yerde bulunan uzun tahtalardan birini eline alarak bunu tam yuvarlak silindir haline getireceğim, sonra da şu yuvarlak tahtalar var ya onların ortasını uzun tahtanın ucu kadar kesip birbirine geçireceğim.

-Böylece ön ve arka tekerlek olacak, dedi Cihan.

Uğur:

-Selim bu çok güzel. Daha şimdiden heyecan verici. Eğer tamamlayabilirsen arabanın radyosu benden, dedi.

Selim çok sevindi ve teşekkür etti. Cihan ve Uğur, Selim’le vedalaşıp çıktılar. Selim de eve girdi. Masa saatini yapmalıydı. Aslında arabasının yapımıyla da uğraşmak istiyordu. “Ahh! Nasıl da unutmuştu, ev ödevi de vardı. Hangi birini yapacaktı.Yarın okul var.En iyisi ev ödevini yapmaktı. Hemen odasına gitti. Defter ve kitaplarını çıkardı. İlk olarak Türkçe ödevini yapacaktı. Ödevi: “Acele işe şeytan karışır, Acele giden ecele gider” atasözlerini açıklayan birer kompozisyon yazmaktı. Başladı sildi bir daha başladı sildi. Aklına doğru dürüst bir şey gelmiyordu. “Neyse”, dedi.”Anneme bir sorayım.”

Selim’in annesi öğle yemeğini hazırladı. Tam masayı kuracaktı bir de baktı ki masanın üstünde ne ararsan var: Tornavida, pense, makas ve birsürü vida.

-Allah’ım bu Selim’in işi olmalı, diye söylendi ve masadaki döküntüleri alıp sehpaya koydu. Sonra da masa örtüsünü yayıp tabakları yerleştirdi. Selim’e seslenerek:

-Oğlum yemek hazır, gel!

-Tamam anne!

Selim aşağıya indi. Annesine:

-Anne, benim Türkçe ödevimi yapmakta zorlanıyorum yardım eder misin?

-Ödevin ne?

-Acele işe şeytan karışır, Acele giden ecele gider, atasözlerini açıklayan birer kompozisyon yazmak.

-Peki, sen düşündün mü hiç?

- Düşündüm ama aklıma bir şey gelmedi.

-Peki bulaşıkları yıkayayım, yardım ederim.

Selim’in aklında hep arabası vardı. Başka hiçbir şey düşünemiyordu aslında. Çok heyecanlıydı. Masa saatinin tamirini tamamladıktan sonra arabasının yapımına kaldığı yerden devam edecekti.
alıntı

Selim’in Arabası - 2


Selim'in Arabası

Selim’in babası iş için şehir dışında idi. Abisi Cihan da arkadaşı Uğur’la maça gitmişti. Selim de annesi ile birlikte yemek yiyiyordu. Selim:

-Anne, masada saat vardı. Ben onu tamir ediyordum. Nerde şimdi? diye sordu. Annesi:

-Oğlum sehpaya koydum.

“Tamam” dedi Selim. Gidip sehpadan parçalarını aldı ve saati tamir etmeye koyuldu. Çok zaman geçmeden zaati çalıştımayı başardı. Evet, artık saat çalışıyordu. Sıra vidalayıp yerine yerleştirmeye geldi. “Birinci vida, tamam. İkinci vida?..Aaa! Üç tane vida eksik.” dedi Selim. Hemen bulmalıydı. Akşam oluyordu ve daha arabasına el atamamıştı. Güya bugün tekerlekleri iyice zımparalayıp takacaktı.

-Anne! Saatin vidaları yok, nerde?

-Masanın altına bak!

-Baktım yok!

-Bilmiyorum öyleyse. Oralardadır.

-Uff! Yok işte, yok.

Bu nasıl duracak böyle, o kadar uğraştım deyip saati yere fırlattı. Sonra da bahçeye çıktı. Garaja girdi. Arabasının malzemelerini toplayıp bahçeye çıkardı. Babası garajda çalışmasını istemiyordu. Çünkü her taraf talaş oluyor hem araba için de yer kalmıyordu.

Selim uzun tahtayı eline aldı ve yontmaya koyuldu. Bir an önce tamamlamak istiyordu arabasını. Hem Uğur abisi radyo da verecekti.

Birden yağmur yağmaya başladı. “Eyvah!” dedi Selim. “Şimdi ne yapacağım? Eve girsem mi? Yok, burda kalıp işimi bitirmeliyim.”

Yağmur yağdı yağdı. 10 dakikada her taraf su olmuştu. Annesi mutfakta bulaşık yıkıyordu. Selim’in saati fırlatıp bahçeye çıktığından haberi yoktu. “Selim! Nerdesin?” diye seslendi. Yukarı odasına baktı. Odasında yoktu. “Nerde bu çocuk? Bahçeye mi çıktı yoksa? Nasıl da yağmur yağıyor” deyip bahçeye açılan kapıyı açtı.

-Selim!

-Efendim anne?

-Oğlum bu yağmurda ne yapıyorsun? Gir içeri, hasta olacaksın.

Selim kendini kaptırmış yağmura aldırmadan tahtalarla uğraşıyordu. Annesi söyleyince durumun farkına vardı. Ve hemen malzemelerini toplayıp garaja götürdü. Tahtalar da kendi de epey ıslanmıştı. Annesi önde Selim arkada eve girdiler. Annesi:

-Selim, bu yağmurda dışarda ne işin var? Hasta olacaksın. Araba yapmanın sırası mı? dedi.

-Anne, öyle de bir an önce arabamı tamamlamak istiyorum.

-Ama acele etmek hiç iyi birşey değildir oğlum, dedi. O sırada yerde duran dağılmış saati gördü.

-Ne oldu bu saate böyle Selim? dedi kızarak.

-Anne saati tamir ettim, tam vidalayıp yerine koyacaktım, vidaları bulamayınca sinirlendim.

-Ve yere attın öyle mi?

Selim ses çıkarmadı. Annesi :

- Senin ödevin neydi?

Selim ödevini söyledi. Annesi:

-Hımm! Acele etmek ne demek Selim? Şimdi sen saati uğraşıp yaptın, vidaları bulamayınca “bu nasıl duracak böyle” deyip attın öyle mi? Acele ettin yani. Eğer acele davranmasaydın ne olurdu?

-Bilmem. Babama söylerdik gelince belki…

-Evet Selim babana söylerdik o da vida kutusundan uygun birer vida bulur takardı. Ama sen ne yaptın?

-Biliyorum acele ettim.

-Ya şimdi dışarda arabanla uğraşmana ne demeli?

-Anne, ne yapayım? Bir an önce bitsin istiyorum.

-Tamam oğlum da yağmur yağarken tahtalar ıslandı. Ve sen şimdi o tahtaların kurumasını bekleyeceksin. Onlar kurumadan bir şey yapamazsın. Bu da demek oluyor ki artık arabanı tamamlaman daha çok zaman alacak. Güneş çıkacak, tahtalar kuruyacak değil mi?

- Evet anne.

-Şimdi ne yapacaksın?

- Ödevimi yapacağım.

-Ne yazacağını biliyormusun artık?

-Biliyorum. “Acele etmek doğru bir şey değildir. Yapmak istediğimiz şeyi önce planlamak, sonra şartların uygun olup olmadığına bakmak gerekir. Eğer acele edersek herşeyi berbat edebilir yapmak istediğimizi de yapamayabiliriz.”

-Aferim oğlum! Atalarımızın sözü güzeldir. Yerli yerindedir. Bir tane de ben sana söyleyeyim:” Bazen bir musibet bin nasihatten iyidir”

Selim ve annesi gülüştüler. Selim odasına çıktı ve hemen aklındakileri kağıda döktü. Sonunda iki güzel kompozisyon çıktı ortaya .

Selim karar vermişti. Acele etmeyecekti. Tahtaların kurumasını tam bir hafta bekledi. Bir hafta sonra tekrar garaja gitti. Tahtaları teker teker zımparaladı.Yonttu. Dedesi de bazı tahtaları onun için makinede kesiverdi. Selim her gün okuldan gelince bir iki saat arabasıyla uğraştı.Bir ay sonra arabası tamamlanmıştı. Selim sevinçten havalara uçuyordu.

Arabasını hangi renge boyadığını mı merak ediyorsunuz? Tabii ki siyah. Karaşimşek gibi.

Selim arabasını bahçede sürüyor. Annesi, abisi, babası onun bu mutlu anını kameraya çekiyordu. Selim önceden de ufak tefek şeyler yapmıştı. Saat tamiri, kapı kolu tamiri, çanta tamiri… vb. Fakat bu en büyük ve en güzel şeydi. Kendine pedallı da olsa bir araba yapmıştı.

Selim bahçede turlarken Cihan’ın arkadaşı Uğur geldi ve Selim’e:

-Selim al bakalım. Karaşimşek’in radyosu, dedi.

Selim ‘in mutluluğuna diyecek yoktu.

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

[Resim: hepsiiiiiiii3ro.gif]